ibrahim aleyhisselam
İBRÂHİM ALEYHİSSELÂMKur'ân-ı kerîm'de ismi bildirilen peygamberlerden,ülülazm adı verilen altı peygamberden biri olup, Keldânî kavmine gönderilmiştir. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra peygamberlerin ve insanların en üstünüdür. Allahü teâlâ ona Halîlim (dostum) buyurduğu için Halîlullah veya Halîlürrâhmân olarak bilinir. Babası mümin olan Târûh olup,annesi Emine'dir. İbrâhim aleyhisselâm, peygamber efendimizin dedelerindendir. Çünkü, ilk oğlu İsmâil aleyhisselâm Arapların, ikinci oğlu İshâk aleyhisselâm da İsrâiloğullarının ceddi yâni dedesidir. Keldâni memleketi olan Bâbil'in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğdu. Yüz yetmiş beş yaşındayken Kudüs'te vefât etti.
İbrâhim aleyhisselâma annesi Emîle veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefât etti. Annesi,amcası olan Âzer ile evlendi.
Âzer üvey babası ve amcası olup putperestti. Geçimini put yapıp satarak temin ederdi.
Tefsir âlimleri,En'âm sûresinin Âzer'in ismi geçen 14.âyetini tefsir ederken, Âzer'in hazret-i İbrâhim'in amcası ve üvey babası olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Zîrâ,Peygamberimizin baba ve dedeleri Âdem aleyhisselâmdan beri hep mümindi. Kur'ân-ı kerîm'de meâlen;" Sen,yani senin nûrun,hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır." (Şu'arâ sûresi:219) buyrulmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin olduğunu anlamışlardır. Abdullah ibni Abbâs'ın bildirdiği hadîs-i şerîfte de: "Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ,beni temiz babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimin iki oğlu olsaydı,ben bunların en hayırlısında,en iyisinde bulunurdum."buyuruldu.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli,en güzel ve en temiz kimseleriydi. Hepsi de aziz ve muhteremdiler. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh da böylece mümin,yani inanmıştı. Kötü ahlâktan,âdî ve çirkin sıfatlardan uzaktı.
Nûh aleyhisselâmdan çok sonra Bâbil'de hüküm süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldâni kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü rüyâyı, mineccimler;"Doğacak bir erkek çocuğun yeni bir din getireceği ve onun saltanatını yıkacağı." şeklinde tâbir edince, Nemrûd yeni doğan erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini emretti. O sırada hazret-i İbrâhim'e hâmile olan annesi, amcası Âzer'le evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark edemediler, kocasına da;
"Çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle Nemrûd'a teslim eder mükâfât alırsın" dedi.
Annesi zamanı gelince de şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer'e çocuğun doğup öldüğünü söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü. Yanına gittiğinde onu parmağını emerken bulur ve doymuş görürdü. Parmaklarından süt ve bal gelirdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı göndererek bu gıdâları Cennet'ten parmaklarına akıtırdı.
İbrâhim aleyhisselâm büyüyüp, mağaradan çıkınca, güneşe, aya, yıldızlara ve kâinâta bakarak bunları yaratanın eşi ve benzeri olmayan bir yaratıcının olduğunu anladı. Keldâni kavmine gelerek, taptıkları putların ve yıldızların ilâh olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle anlattı. Bâbil halkı çocuk yaşta olan ve putlarına karşı çıkan hazret-i İbrâhim'i üvey babası Âzer'e şikâyet ettiler. Âzer,İbrâhim aleyhisselâmı azarlayarak bu işten vazgeçmesini istediyse de İbrâhim aleyhisselâm onun sözlerine hiç aldırmayıp;
"Benden delil isteyin göstereyim.Bana hidâyet veren,doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni sizden ayırdı. Sizin içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı sevmiyorum." dedi.
Putlara tapmanın mânâsız olduğunu Âzer'e de söyledi. Âzer hiddetlenip İbrâhim aleyhisselâmın yanından uzaklaşmasını istedi.
Genç yaştayken Keldânî kavmine peygamber olarak gönderilen ve kendisine on sayfa kitap verilen İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle büyük-küçük herkesi Allahü teâlâya îmân etmeye çağırdı. İnsanlara topluca ve açık bir tebliğde bulunmayı, putların mânâsız ve âcizliğini, onlara tapmanın sapıklık olduğunu gâyet açık bir şekilde göstermek istedi. O zaman Keldânî kavmi, bir gün bayram yapmak üzere bir yere toplandı. Onlar gittiği zaman İbrâhim aleyhisselâmın üvey babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer onu da bayram yerine gitmeye zorladı. İbrâhim aleyhisselâm hasta olduğunu söyleyerek gitmedi. İnsanlar bayram yerinde toplandıkları zaman, yetmiş kadar putun bulunduğu puthâneye girdi. Getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp parça parça etti. Sadece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak,oradan uzaklaştı. Keldânî kavmi bayramdan dönünce, puthâneye girip, putların kırılıp parça parça edildiğini görüp, şaşırdılar. Bunu kim yaptı,diye bağırmaya başladılar. Bu işi, İbrâhim yapmıştır,diyerek onu yakalayıp halkın önünde sorguladılar.
"Ey İbrâhim! Putlarımızı sen mi kırdın?" deyince,
İbrâhim aleyhisselâm, bu işi olsa olsa;
"Ben varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar!" diyen şu iri put yapmıştır, demiştir. "Siz ona sorunuz." deyince,
putperestler;
"Putlar konuşmaz ki,sen bize ona sor diyorsun!" dediler.
Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm;
"O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan,size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve bu taptığınız putlara yazıklar olsun!" dedi.
Putlarını İbrâhim aleyhisselâmın kırdığını anlayan Keldânî kavmi,onu hapsettiler. Durumu da ılâhlık iddiâsında bulunan kralları Nemrûd'a bildirdiler.
Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmı yanına getirmelerini emretti. İbrâhim aleyhisselâm Nemrûd'u Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti. Nemrûd,bunu reddettiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine secde etmesini istedi. Secde etmeyince,hapsettirdi ve ateşte yakılmasını emretti. Günlerce yığılan odunlar ateşlendi. Şiddetinden yanına yaklaşamadıkları ateşe hazret-i İbrâhim'i mancınıkla attılar. Ateşe atılırken;"Hasbiyallah ve ni-mel vekil",yani "Bana Allah'ım yetişir.O ne iyi vekildir,yardımcıdır." dedi. Ateşe düşerken Cebrâil aleyhisselâm gelip;
"Bir dileğin var mı?diye sorunca;
"Var,fakat sana değil, Rabbim beni görüyor,biliyor." dedi.
Onun bu hâli Kur'ân-ı kerîm'de övülüyor ve;"Sözünün eri olan İbrâhim." buyruluyor.Allahü teâlâ,Kur'ân-ı kerîm'de meâlen ateşe; "Ey ateş! İbrâhim'e karşı serin ve selâmette ol!" (Enbiyâ sûresi:69) diye emretti. Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesildi. Cebrâil aleyhisselâm da kendisine arkadaş oldu.Cennet'ten gömlek ve yaygı getirdi ve onu Cennet nîmetleri ile doyurdu.Ateşte yedi gün kaldığı rivâyet edilir. Ateş sönünce mûcizeyi gözleriyle görenlerden kardeşi Haran, amcasının kızı ve sonra hanımı olan hazret-i Sâre ve bâzı kimseler îmân ettiler. İbrâhim aleyhisselâm ateşten kurtulduktan sonra Keldâni kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etti. Fakat zâlim Nemrûd ve putperest ahâli küfürlerinden vazgeçmediler. Allahü teâlâ,Nemrûd ve kavmine sivrisinekleri musallat etti. Sinekler onların kanlarını emdiler ve kuru kemik hâline getirdiler. Sineklerden birisi de Nemrûd'un burnundan girip beynine yerleşti. Uzun zaman azap ve ıztırap verdi. Hattâ başını tokmakla döğdüre döğdüre öldü. Allahü teâlâ, tanrılık iddiâ eden Nemrûd'u en âciz mahlûklarından birisi olan sivrisinekle cezalandırdı.
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Bâbil'den Harrân'a (Urfa'nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm, hanımı Sâre Hâtun ve diğer inananlar da bulundular. Harrân'da bir müddet kaldıktan sonra, Şam'a,oradan da Mısır'a gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk esnâsında kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâmın Sedûm bölgesi ahâlisinde peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Lût aleyhisselâmın Sedûm'a hareketinden sonra, Mısır'a giden İbrâhim aleyhisselâm rivâyete göre bu sırada otuzsekiz yaşındaydı.
Mısır'a gittiği sırada Sinan bin Ulvan adlı zâlim bir Firavun vardı. İbrâhim aleyhisselâm ve hanımı hazret-i Sâre'nin Mısır'a geldiğini haber alan Firavun, zorbalık yaparak Sâre'yi almak istedi. Bu zâlim hükümdâr hazret-i Sâre'yi sarayına çağırttı. Ona musallat olmak isteyince nefesi kesilip elleri ve ayakları tutmaz hâle geldi. Bu hâline pişman olup,musallat olmaktan vaz geçti. Hazret-i Sâre'den, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için duâ etmesini istedi. Hazret-i Sâre,hükümdârı bu kadın öldürdü, diye suçlanmasından korktuğu için,duâ etti. Tekrar eski hâline dönen Firavun, Hacer adında bir câriyeyi hazret-i Sâre'ye hediye etti. Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm hanımı Sâre ve hediye edilen Hacer Hâtunla birlikte Mısır'dan ayrılıp, Filistin'e gitti. Filistin topraklarında ıssız ve kupkuru bir yer olan Sebû'ya yerleşti. Bir müddet burada kaldı. Zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere,davarları vâdileri ve ovaları doldurdu. Çok zengin oldu. Sebû denilen yere sonradan gelip yerleşen insanların İbrâhim aleyhisselâmı incitmeleri üzerine oradan ayrılıp, Şam tarafında Kıst adlı yere göçtü. Çok cömert olan İbrâhim aleyhisselâm insanlara çok ikrâmlarda bulunurdu.
İbrâhim aleyhisselâm,çocuğu olmadığı için hanımı hazret-i Sâre'nin isteği ve izniyle hazret-i Hacer'le evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm doğdu. Muhammed aleyhisselâmın nûru hazret-i Hacer vâsıtasıyle İsmâil aleyhisselâma intikâl ettiği için, hazret-i Sâre'nin kalbinde hazret-i Hacer'e karşı gayret hâsıl oldu. İbrâhim aleyhisselâm,hazret-i Sâre'yi üzmemek için Allahü teâlânın emriyle hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil'i (aleyhisselâm) yanına alarak, o zamanlar ıssız ve susuz bir yer olan Mekke'ye götürdü. Onları oraya bırakıp, Şam diyârına geri döndü. Hacer annemiz ve oğlu İsmâil aleyhisselâm oradayken, mübârek Zemzem suyu yerden fışkırarak çıktı.
İbrâhim aleyhisselâm, daha önce bir oğlum olursa, Allah yoluna kurban edeceğim, diye adakta bulunmuştu. İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret için Mekke'ye geldiği sırada, üç gün üst üste gördüğü bir rüyâ üzerine İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek istedi. Tam kurban etmek üzereyken, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma rüyâsında sadâkat (bağlılık) gösterdiğini bildirerek kurbanlık bir koç ihsân etti. Böylece İsmâil aleyhisselâm, kurban edilmekten kurtuldu. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma ihtiyar yaşında hazret-i Sâre'den İshâk isimli oğlunu ihsân etti. İbrâhim aleyhisselâm bir kaç defa hazret-i Hacer'i ve oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret etti. Bir defâsında oğlu İsmâil ile birlikte Beytullah'ı (Kâbe-i muazzamayı) inşâ etti. Cennet yâkutlarından Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak,Kâbe-i muazzamanın duvarına yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken,şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen taşın üzerine bastı.Kâbe'yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla bildirdiği gibi, İsmâil aleyhisselâm ve Mekke'de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı. |
İsmâil aleyhisselâmla haccın rükünlerini yerine getirdikten sonra,oğluna Kâbe'ye bakmasına ve onu koruması için tenbihte bulundu. Şam'a gitmek istedi. Gitmeden önce Arafat'a çıkıp,İsmâil aleyhisselâmın evlâdına duâ etti ve Şam'a döndü.Ertesi sene hac mevsiminde hanımı hazret-i Sâre ve oğlu İshâk aleyhisselâmı da alarak Mekke'ye geldi. Hac ibâdetini yaptıktan sonra,birlikte Şam'a döndüler.
İbrâhim aleyhisselâm,vefât etmeden önce oğlu hazret-i İsmâil'e şu vasiyette bulundu: "Ey oğlum!Alnında parlayan bu nûr,son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti, bu nûru iyi muhâfaza edip,ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et.Nikâhlı, afîf ve temiz kadınlara teslim eyle.Evlâdına da böyle vasiyette bulun."dedi.Yüz yetmiş beş yaşında hazret-i Hacer ve hazret-i Sâre'den sonra Kudüs'te vefât etti. Kudüs civârında Habrun kasabasında bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, İbrâhim aleyhisselâmın Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle meşhurdur. Hazret-i Lût,hazret-i İshâk ve hazret-i Yâkûb ile pekçok peygamberin bu beldede bulunduğu rivâyet edilir.Müslüman hükümdârlar oradaki mescitleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir ettirmişlerdir. Halîlurrahmân'daki mescit ve türbeleri ise son olarak Osmanlı Sultânı İkinci Abdülhâmid Han tâmir ettirmiştir.
İbrâhim aleyhisselâm ülülazm peygamberlerin ikincisi olup, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstündür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslindendir.
Allahü teâlâ hazret-i İbrâhim'i ilâhî sırlara vâkıf kıldı ve onu,ateşe atıldığında nefsiyle, oğlu hazret-i İsmâil'i Allah için kurban etmesini bildirip evlâdı ile malı ile imtihân etti.Malı ile imtihân edilmesi şöyle olmuştur: O kadar zengindi ki,sadece sığırları yarım milyon olup, davarları,ovaları ve vâdileri dolduruyordu. Cebrâil aleyhisselâm insan sûretinde gelip; "Ya İbrâhim,bu sürüler kimindir?" deyince; "Allah'ındır fakat benim elimde emânettir. Allahü teâlâyı tesbih et,ismini an, onu zikret, bu sürülerin hepsi senin olsun." diyerek bütün malını bağışladı. Cebrâil aleyhisselâm kendini tanıtınca,hazret-i İbrâhim; "Ben Allah için bağışladığımı geri alamam." diyerek bütün malını satıp, Allah yolunda sarf etti.
Hazret-i İbrâhim kendisine nâzil olan (indirilen) emir ve yasakları tamâmen halka bildirdi.Allah'tan başka şeylere tapmanın bâtıl (geçersiz) olduğunu çok açık bir şekilde anlattı. Şirke (Allah'a ortak koşma) yol açacak kapıların hepsini kapattı.
Çocukluğundan ölümüne kadar hak din üzere olduğundan ve insanlara dîni bildirdiğinden dolayı, onun milletine işâret için Kur'ân-ı kerîmde "Hanîfen" (hak din üzere bulunanlar) diye zikredilmiştir. Hazret-i İbrâhim'in husûsiyetleri Kur'ân-ı kerîmde Nahl sûresi 120,121,122. âyetlerde bildirilmektedir. Misâfirperverliği ve cömertliği dillerde dolaşırdı. Misâfir olmayınca yemek yemez, bir misâfir bulmak için uzaklara giderdi. Bu vasfından dolayı ona Ebû'd-Düyûf (misâfirler babası) adı verilmişti. Kıblesi Kâbe idi.Namaza durduğu zaman kalbinin coşması,hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu.
İbrâhim Aleyhisselâmın Mûcizeleri
- İbrâhim aleyhisselâmın mübârek vücûduna ateş tesir etmedi.Nemrûd onu ateşe attığında Allahü teâlâ; "Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol!" buyurunca ateş onu yakmadı.
- Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması üzere yeniden dirilmişlerdir.
- İbrâhim aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. Rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık,çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarını İbrâhim aleyhisselâma anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pekçok kimse îmân etti.
- Bâzan yırtıcı ve yabânî hayvanlar İbrâhim aleyhisselâmla beraber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Bir defâsında,hanımı hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil'le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke'ye gitmişti.Şam'a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile berâber yürüyüp,onunla açıkça konuştular.
- İbrâhim aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mûcizesi Mısır'a gittiğinde zevcesi hazret-i Sâre'ye musallat olmak isteyen zamânın kralı Firavun,hazret-i Sâre'yi sarayına alınca, İbrâhim aleyhisselâm dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece hazret-i Sâre'ye el uzatmaya kalkışan Firavun'un ellerinin kuruyup, ayaklarının tutmayarak yere yıkıldığına şait olmuştur.
- İbrâhim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir.Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duâsı üzerine mûcizeyi göstermiştir.
- İbrâhim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile,senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmâil de babasının evine gelip gittiğini,onun kokusundan anlamıştı.
İbrâhim aleyhisselâmın dîni: İbrâhim aleyhisselâmın dîni,Hanîf dînidir.Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır. İbrâhim aleyhisselâm,Kaldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp,onları aşağılayıp,Allahü teâlâya ibâdet ettiği için,Hanîf denilmiştir Ayrıca,kendiside eğrilik bulunmayan dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Arablardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu.
İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin esaslarından bâzıları şunlardır:Kimse kimsenin günâhını yüklenmez.Kimse başkasının günâhından sorumlu olmaz.İnsanlar âhirette ancak ihlâsla işlediği sâlih amellerinin ve niyetlerinin faydasını görürler.Her insanın hayır ve şerden ibâret olan ameli kıyâmet gününde mizânında görülecektir.İnsana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.
HAZRETİ İBRAHİM HALİİLULLAH (2)
İbrahim aleyhisselâm Allahü Teâlâ'ya aşırı muhabbeti ve O'nun rızâ ve muhabbetini celbeden ibâdetler ve taâtlerde bulunması sebebiyle, bu peygamberini halis bir dost ittihaz ederek kendisine ilâhî sırlarını vâkıf kılarak ikram buyurmuştur, işte bu sebepten dolayı Hazreti ibrahim'e «Halîlullah = Allah'ın dostu» unvanı ihsan edilmiştir.
Hazreti ibrahim bir defasında ölüm Meleği Azrail aleyhisselâm ile karşılaştığında:
-Rabbim beni niçin halîl ve dost edindi? diye sordu da Melekül Mevt:
-Sen insanlara ihsanda bulunursan da onlardan bir şey istemezsin! şeklinde cevap vermiştir.
Hazreti ibrahim'in, nesebi,Nuh aleyhisselâmın oğlu Şam'a dayanır. Babasının asıl ismi de Târih idi. Nemrud tarafından puthânesine nâar tayin edildiği zaman Târih adını Âzer'e çevirmiştir ki, Azer puthânesindeki putlardan birisinin adı idi.
Nuh aleyhisselâmın vefatı ile Hazreti ibrahim arasında Peygamber olarak Hazreti Hûd ile Hazreti Salih vardır. Bu arada fasıla da bin yüz kırk üç senedir. Hazreti Hûd ile Hazreti ibrahim arasında da altı yüz otuz yıllık bir fasıla olduğu bildirilmiştir.
Hazreti ibrahim'in doğumu Nemrud İbni Kenan'ın hükümdarlığı zamanına rastlar ki, doğum yeri de sonradan ateşe atıldığı ve Nemrud'un saltanat merkezi olan Bâbil şehridir.
Hazreti ibrahim'in künyesi «Ebü'l-Edyâf = Konuklar babası» dır. Çünkü ibrahim aleyhisselâmın evi yol uğrağı bir yerde bulunduğundan her gelen misafire ikram edilirmiş. Bu sebeple kendisine bu künye verilmiştir.
İbrahim aleyhisselâm seksen yaşında olduğu halde Şam mülhakatında Kaddum köyünde kendi kendini sünnet etmiştir. Hazreti ibrahim sünnet olunca hitan, zürriyeti için imtisali icab eden sünnet olmuştur. Bütün israil Oğulları arasında carî olan Tevrat'ın hükmü de böyle idi. Hazreti Isa zamanına kadar hitan sünneti böyle devam edip gelmiştir. Daha sonra Hıristiyanlardân bir taife Tevrat'ın bu hükmünü bozmuşlar ve:
-Hitan, kalbin perdesini atmaktır, şeklindeki hezeyanlarıyla bu kadim sünneti terk etmişlerdir.
Hazreti ibrahim kavmini, en sihirbaz ve müneccim olan Bâbil halkını, yıldızlar adına diktikleri putlara tapmaktan alıkoyarak Allah'ın birliğine davet ettiği halde bir türlü tesirini göstermemişti. Nihayet bunların putlarına bir oyun oynamak ve kavmini canlı bir şahid ve onları cevapsız bırakacak bir delil ile karşılamak istedi.
Bâbil halkı bir bayram vesilesiyle ve mutad olduğu üzere hazırladıkları bayram yemeklerini mâbedlerine götürüp putların önüne sıralamışlardı. Bu yemekleri mâbed dışında bayram merasiminden sonra gelip yemek âdet idi. Bu defa da yemekleri bırakıp gidiyorlardı.
İbrahim aleyhisselâm yolda kavminin âdetince yıldızlara bir bakış baktı ve:
-Şimdi ben hakikaten hastayım, vebaya tutuldum, dedi. Bunun üzerine yanındakiler ondan yüz çevirerek arkalarına dönüp kaçıverdiler. Hazreti İbrahim de:
-Allah'a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra ben de, putlarınıza elbette bir oyun oynayacağım, dedi ve gizlice bir yol ile kavminin putlarının yanına vardı.
Putlara hitaben:
-Haydi buyurunuz, şu yemekleri yemez misiniz? Neden bana cevap vermiyorsunuz? diye alay ettikten sonra şiddetle bir vuruş vurdu ve putları paramparça etti.
Mümkün ki, kendisine müracaat ederler diye putların büyüğünü hali üzere bıraktı ve baltayı bunun omzuna astı. Müşrikler koşarak mabetlerine geldiler:
-Bu fenalığı ilâhlarımıza kim yapmış? Kim yaptıysa muhakkak o, zalimlerden birisidir, diye soruşturdular.
Hazreti ibrahim'in «Bu putlara bir oyun oynayacağım» dediğini duyanlar: -Bu delikanlının putları kötü şekilde andığını işittik, ona ibrahim deniliyor, dediler.
Bunun üzerine müşrikler:
-Haydi şunu yakalayıp halkın gözü önüne getiriniz bakalım. Olabilir ki, halk şahidlik ederler, dediler.
ibrahim Aleyhisselâm getirildiği zaman:
-Ey ibrahim! Bizim ilâhlarımıza bu hakareti sen mi yaptın? diye sordular.
O da:
-Onların şu omuzu baltalı büyüğü "cüce putlara niçin tapılıyor?" diye kızarak yapmıştır. Hele bir kere şu yerde serili duran küçük putlara soralım; eğer dile gelir, cevap verirlerse doğrusunu öğrenmiş olursunuz? dedi.
Nihayet müşrikler vicdanlarına müracaat ettiler de biribirlerine:
-Doğrusu siz haksızsınız! dediler. Sonra başları aşağı getirildi de:
-Sen hakikaten bilirsin ki, bu nesneler söz söyleyemez, diye itirafta bulundular.
İbrahim Aleyhisselâm:
-O halde siz Allah'dan başka size hiç bir faydası dokunmayan, zarara da giremeyecek olan şu putlara mı tapıyorsunuz? Of size ve Allah'dan başka taptıklarınıza!.. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? dedi.
Bütün bu olanlar Nemrud'a kadar bildirildi ve saray erkânı halka hitaben: ,
-Siz bir iş görmek istiyorsanız, bu adamı yakınız da ilâhlarınızın öcünü alınız! dediler. Hakikaten ateşe attılar Allahü Tealâ da ateşe:
-Ey ateş, ibrahim'e serin ve selâmet ol! buyurdu.
Müşrikler Hazreti İbrahim'e zarar vermek istemişlerdi. Allahü Teâlâ da kendilerini hüsrana ve ziyana düşürdü. Ve ibrahim Aleyhisselâm'ı ateşten kurtardı. Kardeşinin oğlu Lût Aleyhisselâm ile beraber İrak'tan âlemlere mübarek kılınan toprak olan Şam'a gönderildi.
İbrahim Aleyhisselâm genç yaşta babasının ve kavminin tapındığı putlara karşı mücadeleye başlamıştı. Onları bu bâtıl ibâdetlerinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Bir gün babası Azer'e:
-Sen putları bir sürü ilâh mı kabul ediyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir dalâlet içerisinde görüyorum, demişti-. Ruh sahibi olan insanın gerek beşer timsali olsun ve gerek yıldızlar ve melekler timsali farz edilsin, cansız putlara alçalması ve ibâdette bulunması ne açık bir sapıklıktır ki, Hazreti İbrahim bunu babası Azer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti..
Çünkü Allahü Teâlâ arz ve semâların saltanatını, yıldızları, ay ve güneşi gözüne açık bir gösterişle gösteriyor ve bütün âlemin her türlü heyetiyle bir mülk, saltanata tabî bir memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare eden hükümranlık sırlarını ve hakimiyet kanunlarını onun kalbine bildiriyordu.
İşte Hazreti ibrahim'e bunlar, yakîn bulan, tam kanâate eren kimselerden olması için Allahü Teâlâ tarafından ihsan olunuyordu. Binaenaleyh Hazreti ibrahim vaktâ ki gece bütün zulmetiyle başına çöküp ortalığı karanlığa boğdu, o zaman seyyarelerden parlak bir yıldız görerek:
—-Bu benim Rabbim ha!, dedi.
Böylece ilk önce bir yıldızın bir insanı terbiye edebileceğine ihtimal vermeyerek etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok sürmeden o yıldız kaybolup batınca:
-Ben batanları, kaybolanları sevmem, dedi.
Bununla evvelâ Rabblik ve kullukta muhabbetin temel nokta olduğunu, fakat hareket ve batışın tesir için delîl değil yaratılış, teessür, mahkûmiyet, hadîs olma ve fena bulma bakımından delîl olduğunu, bu itibarla da kaybolan bir şeyin Rabb olmayacağını ve kaybolan bir şeye muhabbet etmenin sonu boş çıkacak bir dalâlet olduğunu ve Rabbin bunda müessir ve bunu hareket ettiren, zeval bulmaktan münezzeh olan bir yaratıcı kudret olması lâzım geldiğini anlattığı gibi, hususiyle kaybolmuş ve batışa dikkat nazarlarını çekmekle yıldızların batışından dolayı onların yerine putları ikâme edenlerin sapıklıklarını ve tenakuzlarını da göstermiş oldu. Çünkü kayboluşlarından dolayı asıllarının kâfi olmadığını kabul ettikleri halde, o kaybolanların bir san'at eseri olarak yapılan suretlerine itibar etmek ne büyük tenakuzdur.
Bunu takiben vaktâ ki, Ay'ı doğarken gördü ve aynı mânâ ile:
-Bu benim Rabbim ha!., dedi.
Bu da kaybolunca hem Rabbine olan kamîl kanâatini izhar ederek: «işte bu benim Rabbim ha!» sözlerinin onu kabul şeklinde olmayıp inkâr ve aksini söyleyenleri susturucu olduğunu anlatmak, hem de her an Rabbine olan ihtiyacını itiraf ve hidâyetine şükretmek için dedi ki:
-Hiç şüphe yok, Rabbim- bana hidâyet etmese ben de her'halde o sapıklar güruhundan olacaktım. Zira bütün mesele ruh ve cismin, enfüs ve afakin birleştiği bir nazar içinde tecellî eden bir idrâk hissine dayanıyor, bu görüş ve gösteriş olmaz veya fâniyi baki sanmak gibi bir isabetsizlik oluverirse dalâlet kaçınılmazdır. Ve birden bire Ay'a güzellik ve cazibesine kapılıvermemek de hayli müşkil. Binaenaleyh doğru ve isabetli olan, âtıl ve idrâki bahşeden Allahü Teâlâ'nın bir tevbe ve hidayet nuru olmasa, zulmet içerisindeki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.
Bundan sonra ne zaman ki, Hazreti ibrahim Güneş'i doğarken gördü ve üzerindeki karanlığıyla tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi:
-Bu benim Rabbim hah. Bu hepsinden büyük!., dedi. Ve boylece daha büyük bir tariz yaptı. Sonra -bu da batınca:
-Her halde ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden beriyim. Ben tertemiz bir muvahhid olarak bütün varlığımla yüzümü bütün muhtevasıyla şu Semâlar ve Arz'ı yaratan şânı yüce Zâta çevirdim. Ben Allah'a şirk koşanlardan değilim, dedi. Evvel de âhir müşriklere hiç iştirak etmediğini tasrih ederek tevhide olan tam kanâatini ilân ve muvahhidliğini isbat ve ikrar eyledi.
Hazreti İbrahim'in kavmi de kendisine karşı mücadele ve onu hafife almaya çalışarak delîl gösterme yanlışına kalkıştılar, galebe çalmak fikrine saplandılar. Cevaben ibrahim Aleyhisselâm onların kavlî ve fiilî kavga ve tehditlerini de hafife alarak ve yukarıdaki delillerle ilâhlık ve kulluk hükümlerini beyan ederek tam galibiyetini sağlayan şu delille dedi ki:
-Siz bana Allah hakkında delil getirmeye mi kalkışıyorsunuz? Halbuki O, bana hakikati doğrudan doğruya gösterdi Sizin ona ortak koştuğunuz şeylerden ise ben, hiç bir zaman korkmam, Rabbim dilemedikçe onlar bana hiç bir şey yapamaz, Rabbim her şeyi ilmiyle ihata buyurdu, artık bir düşünmez misiniz? Hem nasıl olur da ben sizin ortak koştuklarınızdan korkarım; baksanıza, siz, Allah'ın hiç bir delîl indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz? Şu halde korkudan emîn olmaya iki taraftan hangisi daha lâyık? Eğer bilecekseniz, îmân edip de imânlarını bir haksızlıkla hileli-şekilde örtmeyen kimseler işte korkudan emîn olmak onların hakkıdır ve hidâyete erenler onlardır!.
Allahü Teâlâ, ibrahim Aleyhisselâm'ı halim bir oğul ile müjdelemişti ki, bu uslu oğul Hazreti ismail'dir, ismail Aleyhisselâm babasının yanında koşmak, çalışmak çağına erdiği zaman, Hazreti İbrahim ona Allah için yapılacak bir amel, bir tâat göstermek üzere:
-Ey yavrum! dedi, ben seni düşümde görüyorum ki, ben seni boğazlıyorum. Artık bak, ne görürsün, buna ne dersin, ne reyde bulunursun, diye söyledi.
Hazreti İbrahim, bu rüyayı Zilhicce ayının sekizinci, dokuzuncu, onuncu yâni Terviye, Arefe, Nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hazreti ibrahim böyle görmüş ve böyle tâbir etmiş ve binaenaleyh böyle Vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vâcib bir hak emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yerine getirmeye kalkışmayıp önce icra şeklini müşavere etmek üzere böyle reyini sorarak tebliğ eyledi ki, bununla ilk önce onun itaat ve bağlılık ile ecir ve sevaba erişmesini sağlamak istedi.
Düşünmeli ki bunu söylerken «ey yavrucuğum!» diye hitâb eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir Şefkat hissi çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hâkim bulunuyordu. Düşünmeli ve duymalı ki, bu ne büyük bir âfet, ne dehşetli bir ilâhî imtihan idi.
İşte bunun böyle bir ilâhî emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o halim oğul:
-Ey babacığım!'dedi. Ne ile emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.
Böyle ikisi de Allahü Teâlâ'nın emrine nefislerini teslim ettikleri zaman Hazreti İbrahim, oğlu İsmail Aleyhisselâm'ı tuttu şakağına yatırdı.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ ona şöyle nida etti:
-Ey ibrahim, rü'yâyı gerçekten tasdik eyledin, sadâkatle yerine getirdin, gördüğün gibi inandın ve azim ve sadâketle yerine getirdin.
Allahü Teâlâ böyle nida edince, ne büyük bayram, ne tarife sığmaz bir neşe ve sevinç hâsıl olduğunu izaha hacet yoktur. Zira Allahü Teâlâ muhsinlere böyle mükâfat verir. Şüphesiz ki, Hazreti İbrahim'in bu oğlunu kurban etmesi iği, elbette açık bir imtihandır. Bu imtihan Hazreti İbrahim ve oğlunun en yüksek ihsan mertebesinde bulunan muhsinlerden olduğuna hiç şüpheye mahal bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını Allahü Teâlâ da mükâfat ile karşılayarak öyle nida etti ve ona büyük bir kurbanlık fidye de verdi. Çünkü ibrahim Aleyhisselâm bir oğlu olursa bunu Allah yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Bu nezrini sonra unutmuş, rüya bunu kendisine hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya tahakkuk ettirilmiş olmakla beraber nezir yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle nesih suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Hazreti îbrahime fidye olarak gönderilen bu büyük kurbanın Cennetten gelme, beyaz veya alaca renkli, iri gözlü bir koç olduğu rivayet edilmiştir.
İbn-i Abbas radıyallahü anh'den rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifinde Peygamberimiz Aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır:
Kadınların uzun etekli elbise kullanmaları İsmail'in anası Hâcer tarafından konulmuş bir âdettir. Hâcer, ortağı Sâre'den izini gizlemek için uzun eteklik giymiş idi. İbrahim Hâcer ile evlenip ismail doğduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğluyla birlikte Sâre'nin taarruzundan korunmak için Şam'dan çıkıp Mekke'ye geldi. Nihayet Hâcer ile ismail'i Mescid-i Haram'ın bugün bulunduğu yerin ve Mescidin yüksek bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı. O tarihte Mekke'de hiç bir kimse yoktu. Hattâ içecek su da yoktu, işte İbrahim bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu meşin bir dağarcık, içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrahim kendi Şam'a gitmek üzere döndü, İsmail'in anası Hâcer de peşi sıra onu takip ederek:
-Ey İbrahim, bizi bu vadide bırakıp da nereye gidiyorsun? öyle bir vadi ki, ne görüp görüşecek var, ne başka bir hayat eseri var, dedi. Hâcer bu sözlerini tekrarladıysa da ibrahim ona dönüp bakmadı. Nihayet Hâcer kendisine:
-Bizi buraya bırakmayı sana Allah mı emretti? diye sordu, İbrahim:
-Evet, Allah emretti! diye cevap verdi. Bunun üzerine Hâcer:
-öyle ise Allah bize yetişir, O bizi korur, terketmez! dedi. Sonra Kabe'nin yerine döndü, İbrahim de ayrılıp gitti. Tâ Mekke'nin üstündeki Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yerde bulununca, yüzünü Kabe'ye döndürdü.
Sonra ellerini kaldırarak şu kelimelerle dua ederek:
-Rabbim! Zürriyetimden bir kısmını (ismail ile onun soyunu) ekin bitmez bir vadide Sen'in, taarruzu haram olan, Beyt'inin yanında iskân ettim, insanlardan bir kısım kimseleri, namaz kılmak için zürriyetimin bulunduğu yere doğru meylettirip heveslendir. Ve onları her nevî meyvelerden rızıklandır. Böylece Sana şükrederler! dedi.
Artık ismail'in anası, oğlu ismail'i emziriyor ve kendisi kırbadaki sudan içiyordu.
Nihayet kırbadaki su bitince hem Hâcer, hem de çocuğu susadılar. Hâcer çocuğun susuzluktan toprak üzerinde sızlanarak yuvarlandığına bakmaya " başladı. Fakattt çocuğun bu elîm haline bakmaktan fenâlaşarak onun yanından- kalkıp biraz öteye gitti. Ve o mıntıkada Kabe'ye en yakın dağ olarak Safa tepesini buldu ve onun üzerine çıktı. Sonra vadiye karşı durup bir kimse görebilir miyim? diye bakmaya başladı. Fakat hiç bir kimse göremiyordu. Bu defa Safa tepesinden indi. Vadiye varınca ayağına dokunmaması için entarisinin eteğini topladı. Sonra müşkil bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihayet vadiyi geçti. Sonra Merve mevkiine indi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim? diye baktı. Fakat hiç bir kimse göremedi. Hâcer bu şekilde Safa ile Merve arasında yedi defa gitti, geldi.
Peygamberimiz Aleyhisselâm «bunun için hacılar Safa ile Merve arasında koşarlar» buyurmuştur.
Hâcer son defa Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve kendisi nefsine hitâbederek:
-Sus, iyice dinle! dedi. Sonra dikkatle dinledi. Bu sesi önceki şekilde bir daha işitti;
Bunun üzerine Hâcer:
-Ey ses sahibi, sesini duyurdun!. Eğer sen bize yardım etmek kudretine sahip isen, bize yardım et! dedi. Ve böyle der demez hemen Zemzem kuyusunun yerinde bir melek (Cibril) göründü. O melek ayağının topuğu ile yahut kanadıyla yeri kazıyordu. Nihayet su göründü.
Su başka tarafa akmasın diye Hâcer hemen suyu çevirdi, havuz gibi yaptı. Hâcer hem eliyle öyle yapıyordu. Bir taraftan da kırbasını doldurmaya devam ediyordu. Su ise avuç avuç alındıktan sonra yerinde kaynıyordu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm: «Allah ismail'in anası Hâcer'e rahmet etsin! O, Zemzem'i kendi haline bıraksaydı da suyu avuçlamasaydı, muhakkak Zemzem akar bir ırmak olurdu» buyurmuştur.
Hâcer bu sudan içti. Çocuğuna süt olup emzirdi.
Melek Hâcer'e dedi ki:
-Zayi ve helak oluruz diye sakın korkmayınız! İşte şurası Beytullah'ın yeridir. O Beyti şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Allah, o işin ehlini zayi etmez. Beyt-i Haram'm mahalli tepe gibi olup yerden yüksekçe idi, uzun zaman seller sağını solunu kazıp götürmüştü.
Hâcer bu suretle yaşarken günün birinde Cürhüm'den bir cemâat uğradı. Bunlar Kedâ yoluyla gelip Mekke'nin alt tarafına indiler. Cürhümîler oraya bir kuşun gelip gittiğini görmüşlerdi de:
-Hiç şüphesiz şu kuş bir suyun başında döner dolaşır. Halbuki biz de bu vadide su olmadığını biliyorduk! demişlerdi ve anlamak için çevik bir, yahut iki kişi göndermişlerdi. Onlar orada su bulunduğunu anlayınca dönüp gelmişler, su olduğunu haber vermişlerdi Bunun üzerine Cürhümîler Mekke mevkiine gelmişlerdir. Cürhümîler geldiği zaman ismail'in anası da su başında idi.
Cürhümîler ona:
-Bizim de gelip şuraya senin civarına inmemize müsaade eder misiniz? dediler. O da:
-Evet, inebilirsiniz. Bu sudan da kullanabilirsiniz. Şu kadar ki, bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz, onun mülkiyet hakkı bana aittir, dedi.
onlar da Hâcer'i tasdik ettiler.
Ünsiyete muhtaç olduğu bir sırada Cürhümîlerin bu gelişi Hâcer'in arzusuna muvafık oldu. Cürhümîlerin asıl kalabalık kısmına da haber gönderdiler. Onlar da gelip kondular. Ev, bark, yaptılar. Nihayet Mekke'nin bulunduğu yer medenî bir mamure hâline gelmeye başlamıştı. Hâcer'in oğlu İsmail yiğitlik ve gençlik çağına girmişti. Cürhümîlerden arapça öğrenmişti. Artık İsmail gençlik çağında Cürhümîler arasında en sevimli bir Sîmâ olmuştu. Onun asaleti, güzel durumu Cürhümîleri hayret içerisinde bırakmıştı. Bu cihetle ismail buluğ devresine erişince Cürhümîler kendilerinden bir kızla evlendirdiler. Hayatın bu mesud safhası devam ederken günün birinde İsmail'in anası öldü. Hâcer doksan yaşına girmişti, ölünce Hıcr'e defnolundu,
İsmail evlendikten sonra İbrahim bırakıp gittiği oğlunu ve hanımını arayarak görmeye geldi, İsmail o sıra evde yoktu, İsmail'in hanımına sordu.
O da:
-Rızkımızı tedarik etmek için çıktı, gitti diye cevap verdi. Sonra ibrahim:
-Geçiminiz, hâl ve şânınız nasıldır? diye sordu, İsmail'in ailesi:
-Şiddetli darlık içindeyiz. Gayet fena bir hâldeyiz! diye şikâyetçi oldu. ibrahim:
-Kocan geldiği zaman benden selâm söyle ve ona şöyle de, kapısının eşiğinin basamağını değiştirsin!.
İsmail geldiğinde babasının gelip gittiğini, evin içerisinde duyduğu güzel bir koku gibi bazı emarelerden anlar gibi oldu da ailesine:
-Evimize gelen oldu mu? diye sordu.
O da:
-Evet, şöyle şöyle bir surette yaşlı bir adam geldi. Bana seni sordu. Cevap verdim. Geçimimizi sordu. Ben de şiddetli darlık "içinde bulunduğumuzu söyledim! dedi.
Bunun üzerine İsmail:
-Sana bir vasiyyet ve bir söz bıraktı mı? diye sordu. Hanımı da:
-Evet, bana, sana selâm söylememi ve "kapının basamağını değiştir!" dememi tenbih etti, dedi.
Sonra İsmail ailesine:
-O gelen ihtiyar babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiştir. Artık sen ailenizin evine gidebilirsin! dedi. Ve ondan ayrılarak Cürhümîlerden başka bir kadınla evlendi
İbrahim, Allah'ın dilediği bir müddet kadar uzaklaştı da sonra geldi. Yine evde İsmail'i bulamadı, İsmail'in hanımının yanına gitti. Ona da ismail'i sordu. O da rızkımızı temin etmeye gitti, diye cevap verdi.
İbrahim:
-Nasılsınız, geçiminiz, hal ve şânınız iyi midir? diye sordu.
O da:
-Biz hayır, saadet ve bolluk içerisindeyiz! diyerek Allah'a hamd ve sena etti.
İbrahim yine:
-Ne yiyip, ne içiyorsunuz? diye sordu, İsmail'in hanımı:
-Et yiyoruz, su içiyoruz, dedi. İbrahim Peygamber de:
-Ey Rabbim! Bunların etlerini ve sularını mübarek kıl, bereket ve bahtiyarlık ihsan eyle! diye duada bulundu.
İbrahim zamanında Mekke civarında hububat bilinen bir şey değildi. Av etiyle gıda temin edilirdi. Eğer o tarihlerde ve oralarda hububat bilinmiş olsaydı, İbrahim (A.S.) hububat hakkında dua ederdi, İbrahim (A.S.)'ın bu duası bereketiyledir ki, et ile su Mekke'den başka yerlerde o sıcak muhitte Mekke'deki kadar hiç bir kimsenin sıhhatine uygun düşmez.
İbrahim Peygamber gelinine:
-Kocan geldiği zaman ona selâm söyle ve ona kapısının eşiğini güzel-tutsun! diye emreylediğimi söyle, dedi. Sonra İbrahim (A.S.) Şam'a dönmüştür, İsmail eve gelince:
-Evimize gelen oldu mu? diye sordu. Ailesi:
-Evet, güzel yüzlü bir ihtiyar geldi, diye İbrahim'i meth ü sena etti. Sonra seni sordu. Ben de rızkımızı temin etmeye gitti, dedim. Geçiminiz nasıldır? dedi. Ben de, hayır ve saadet içerisindeyiz! diye cevap verdim.
Sonra İsmail:
-Sana bir şey vasiyyet etti mi? diye sordu.
Ailesi de:
-Evet, o muhterem ihtiyar sana selâm söyledi ve kapının eşiğini iyi tutmanı emreyledi, dedi.
Bunun üzerine İsmail ailesine:
-İşte o gelen babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, iyi geçinmemi emretmiştir, dedi.
Sonra İbrahim (A.S.) bir müddet daha oğlundan ve ailesinden uzakta yaşadı. Ondan sonra Mekke'ye geldi. O sırada İsmail Zemzem kuyusunun yakınında büyük bir ağacın altında okunu yontup düzeltmekle meşguldü, İsmail babasını görünce hemen kalkıp babasına karşı vardı. Uzun zaman biribirine hasret olan bir babanın oğluna, bir oğlun da babasına karşı mutad olan sarılmalar ve el, yüz, göz öpmelerde bulundular.
Sonra İbrahim (A.S.):
—-Ey İsmail! Allahü Teâlâ bana büyük bir iş emretti! dedi. İsmail de:
-Babacığım! Rabbin ne emrettiyse o emri yerine getir! dedi. İbrahim (A.S.):
-Fakat bu işte sen bana yardım edeceksin! dedi. İsmail:
-Babacığım, ben sana her veçhile yardım ederim! dedi. İbrahim (A.S.):
-Allahü Teâlâ burada bir beyt yapmamı emretti! diye etrafından yüksekçe bir tepeye işaret etti. İbrahim ile İsmail işte orada Kabe'nin temellerini kurup duvarlarını yükselttiler, İsmail taş getirirdi, İbrahim de bina ederdi. Nihayet Beytin binası ilerleyip duvarları yükseldiğinde İsmail bugün ziyaret edilen malûm taşı getirdi, babası İbrahim onu ayağının altına iskele olarak koydu. Üzerinde inşaata devam etti. İbrahim yapar, İsmail de taş verirdi., İnşaat tamam olduktan sonra baba, oğul:
-Ey Rabbimiz! Yaptığımız şu beyti tarafımızdan takdim edilen kulluk armağanı olarak kabul buyur! Rabbimiz, muhakkak sen dualarımızı çok iyi işitir, niyetlerimizdeki ihlâsı kesin olarak bilirsin! diye dua etmişlerdir.
Allah'ın âleminde Kabe'den daha şerefli bir bina yoktur. Çünkü onun inişini emreden âlemlerin Rabbi olan Allahü Teâlâ'dır, Bu emri tebliğ ve plânını tarif eden Cebrail Aleyhisselâm, yapıcısı Hazreti İbrahim, yardımcısı da Hazreti İsmail peygamberlerdir.
İbrahim Aleyhisselâm Kabe'nin inşâsını bitirdikten sonra Hazreti Cibril gelmiş ve hac farizasının nasıl yapılacağını bütün şekilleriyle Hazreti İbrahim'e öğretmiştir. Sonra İbrahim Aleyhisselâm Kur'an'da «Makâm-ı İbrahim» diye anılan ve namaz kılınan mübarek makamdan:
-Ey insanlar, Rabbinizin beytini ziyarete davetlisiniz, icabet ediniz! diye ilân etmiştir. Ve Hazreti İsmail ile beraber bütün hac mevkıflerinde durup hac menâsikini yerine getirmiş, sonra dönüp Sâre'nin yanına gitmiştir. Bir hac mevsiminde de Sâre ile beraber Beyt-i Makdis'ten gelerek hac etmişler ve sonra Şam'a gidip orada vefat etmişlerdir. Hazreti İbrahim vefat ettiğinde iki yüz yaşında bulunuyordu. Nâşı Kudüs mülhakatından itabının kasabasında bir mağaraya defnolunmuştur ki, bugün mezkûr kasaba kendi adına izafetle «Halîlü'r Rahman» ismiyle anılır.
Kaynaklar:
1) Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
2) Büyük Dini Hikayeler, Osmanlı Yayınevi
3) Sâffât, Bakara, Enbiyâ ve İbrahim Sûreleri